Murat Ülker: Yok evini Londra’ya taşıdı, yok sermayeyi dışarı kaçırdı

Sabri Ülker Vakfı adına basılan kitapta hem tecrübelerini hem de önerilerini paylaştığını anlatan Murat Ülker, şunları söyledi:

Değerli basın mensupları, muhterem misafirler, bugün benim için farklı bir buluşma aslında, bu kadar yıldır bisküvi çikolata yapan ben bu sefer kitaplardan konuşmak üzere bir araya geldim sizlerle.

Hepinize katılımınız için çok teşekkür ediyorum, hoş geldiniz.

Sizin sorularınızı almadan önce ben meramımı kısaca anlatmak isterim.

Biliyorsunuz, LinkedIn’de uzun zamandır düzenli olarak makaleler yazıyorum.

Bu makalelerin ilgi çektiğini görünce arkadaşlar bana Sabri Ülker Yayınları vasıtasıyla bunları kitaplaştıralım önerisiyle geldi, istemediğimi söylesem de sürpriz yaptık diye kitapla geldiler sonunda. Biraz zorlamayla başladı yani açıkçası ama bir şekilde buraya geldik ve “Hayatın İpuçları” serisi ortaya çıktı. İtiraf edeyim güzel de oldu sanırım.

Şu anda 3 kitabımız var; bunların hepsi Türkçe.

Seçme yazılardan oluşan İngilizce kitabımız da bugün çıkıyor.

Böyle peş peşe kitaplar çıktıkça şu soruyu hem ben çok duyuyorum hem de gıyabımda sorulduğunu biliyorum: Murat Ülker neden kitap çıkarıyor, neden yazıyor?

Size Linkedin yazarlık öyküm nasıl başladığını anlatırsam sanırım “Murat Ülker yazar olarak nereye koşuyor?” sorusunun cevabını da bulabilirsiniz.

Bu sorunun cevabını ilk ağızdan vermek istedim, çünkü şeffaflık olmayınca spekülasyon oluyor, spekülasyondan da hiçbir zaman hayır gelmez.

Yazma sebeplerimin neler olduğunu anlatmadan önce neler olmadığını anlatayım:

Dikkat çekmek için yazmıyorum

Takipçi kazanmak için yazmıyorum

Çok satan bir yazar olarak anılmak için yazmıyorum

Birilerinin yönlendirmesiyle yazmıyorum

Yani kendimi bu alanda bir guru gibi görmüyorum.

Bu konuda anlaştıysak neden yazdığımı anlatabilirim artık.

İşin doğrusu, öncelikle kendimi geliştirmek için yazıyorum.

Mayıs2020 yani covid vakalarının Türkiye’de görüldüğü yani eve kapandığımız ilk günler. Tüm yaşam biçimiz, uyduğumuz, kalktığımız, çalıştığımız saatler değişti. Birçok toplantıyı online yapıyoruz. Haliyle evin içinde kendimize de meşgale arıyoruz. Daha çok okumaya, daha çok araştırmaya zaman kalıyor. Ki bu da benim istediğim bir şeydi, uzun süredir okumak için kendime ayırdığım makaleler, kitaplar kenarda duruyordu. Sürekli yakın arkadaşlarıma “hadi bir araya gelince malayani konuşmayalım, kitap okuyup tartışalım” diyordum.

Bu arada da şirketimizi yeni döneme hazırlayacak projeler hayata geçirmeye uğraşıyorduk. Yeni döneme uyum sağlama konusunda yeni okumalar yapmak gerekiyordu. O günlerde harıl harıl “tele-work” konusunu okuyup öğrenmeye çalışıyordum ve proje gruplarındaki arkadaşlarımla paylaşayım diye tuttuğum notlardan yazı yazmaya karar verdim. Yazı yazmayı da severim. Zaman da biraz fazla olunca ortaya 5-6 sayfalık yazı çıktı. Yazı fena olmadı gibi geldi, o zaman da Linkedin’de daha kısa ve linkli postları seyrek olarak paylaşıyordum. “Şunu makale olarak koyayım bakalım ne olacak” dedim. 31 Mayıs 202’de “Tele Çalışma: Her işte bir hayır vardır” başlığıyla yazıyı koydum. Koyuş o koyuş. Aynen yazıya böyle başladım.

Sonra yorumlarla birlikte takipçilerimle bir iletişim başladı. Hem ben onlardan hem de onların benden öğrendiğini hissetmek hoşuma gitti. Bir tür “salihamel”di bu benim için. Okuyup kendimi geliştirmekten de, görüşlerimi takipçilerime açıp test etmekten ve onlara faydalı olmaktan da büyük keyif almaya başladım. Sanat sanat için mi, yoksa sanat halk için mi, diye klişe bir soru vardır ya… Yazmak benim için sadece kendini geliştirmek, yeni şeyler öğrenmek için yazmak haline geldi.

2 Haziran 2020’de yine özellikle The Economist dergisindeki bir yazıdan etkilenerek “İş Yaşamında Plaza İmparatorluğu’nun Sonu: Tele Çalışmanın Önlenemez Yükselişi” başlıklı bir yazı daha yazdım. Peşinden “Uzaktan çalışma: Güven, işbirliği ve teknoloji” demektir başlıklı bir yazı yazdım. Çalışma arkadaşlarımın yazılarımı okumaları, yorum yapmaları, üzerinde tartışmaları da işi çok verimli bir hale getirdi. Örneğin covid salgınında ilk tele çalışmaya geçen ve hala da bunu da en iyi uygulayan şirketlerden biriyiz. Tabii ki bu yazılarım nedeniyle oldu demiyorum ama burada bir yumurta tavuk, tavuk yumurta benzetmesi yapılabileceğini de kimse inkar edemez.

Daha sonra yazmak için okumak zorunda kaldım, bu benim için inanılmaz bir okuma- yazma temposu yarattı. Yazdığım her yazı için ya bir kitap okumak ya bir konuda araştırma yapmak ya da geçmişte yaşadığım bir tecrübeyi detaylandırmak zorundayım. Bunları yaparken de yeni şeyler öğreniyorum, unuttuklarımı hatırlıyorum, yeni bakış açıları kazanıyorum. Bana faydası oluyor yani.

Kendime bunu iş edinince de diğer bütün işlerinde olduğu gibi bu konuda da planlı çalışmaya ve önce Linkedin analitik temposuna kendimi uydurmaya karar verdim. Şunu anladım ki kendinize bir -okuyucu hedef kitlesi yaratınca onların da sizden belirli sürede tekrar yazı yayınlamanız beklentisi oluyor. Sosyal medyanın yarattığı interaktivite ortamıyla da yazı üzerinden aranızda bir iletişim dili gelişiyor. Bunu yaşayarak anlamak da takdir edersiniz ki çok sayıda marka sahibi olarak benim için de büyük bir kazanım oldu. Çünkü günün sonunda markalarımız da tüketicileriyle böyle iletişim toplulukları oluşturmak ve orada kendilerini var ederek kalıcı ilişkiler kurmak istiyorlar.

Haftalar ilerledikçe iş konusundaki yazılarımın yanına, toplantı izlenimleri, konferanslar, iş yaşamı hatıralarım eklendi. Sanırım bu biraz da bilinçaltında deneyimlerimden öğrendiklerimi geleceğe bırakma motivasyonundan ileri geliyor. Özellikle babamla ilgili, ailemle ilgili anılarımı paylaşmanın, hem bizim kuşaklara hem de gençlere çok yararlı olduğunu da görüyorum. Bazı anıları da sadece kendim için ve hatırlamış olmak için yazıyorum. Yaşlanıyorum sanırım, nostalji zevk veriyor.

Kuşku yok ki ibadet hayatımın önemli parçası… İslamiyet, müslümanlık, Kur’an-ı Kerim ve Hadisler konusunda da çok okuma yapıyorum. Bu konularda zaman zaman yazılarım tabii ki oluyor. Örneğin 20 Aralık 2020’de yazdığım Doğum Günü, Cadılar Bayramı, Şükran Günü, Noel, Yılbaşı yazısı bu konudaki ilk yazımdır. Yeri gelmişken 20 Nisan 2021’de yazdığım İslamiyeti Seçen Caz Müzisyenleri ise çok sevdiğim yazılarımdan biridir. Okumanızı öneririm.

Daha sonra baktım, yaptıklarımı yazmak, paylaşmak hem kolay geliyor hem de ciddi beyin jimnastiği yerine geçiyor. En çok yaptığım şeylerden biri de sergi gezmek. Birçok klasik, çağdaş ressamın eserlerine hakimim. Üstelik bazıları da koleksiyonumuzda var. Bu nedenle de sanat da yazayım dedim. Aslında bence koleksiyonumuzda yer alan eserlerinden de yola çıkarak, çok önemli bir ressamımıza dair bir yazıyla sanat yazılarına başladım. 21 Ocak 2021 tarihli yazımın başlığı “Hoca Ali Rıza ve eserleri” idi. O yazı da aynen şöyle başlıyordu:

“Kıymetli Takipçilerim, vakit buldukça LinkedIn sayfalarında buluşuyoruz ve siz on binlerle ifade edilen etkileşimle beni ödüllendirdiniz. Çok teşekkür ediyorum. Bundan böyle sizinle hayatımın iş harici öğelerini de paylaşmak istiyorum ki, bu etkileşimimiz hobi, aile gibi iş hayatımızın yanında kişiliğimizi meydana getiren mühim unsurlardır. Bugünkü postum sanat hakkında..”

Sanat yazıları da benim için güzel bir kulvar oldu. Bu sefer de yazmak için daha çok sergi gezmeye başladım. Hiç bilmediğim hatta bilmeyeceğim sergilerden davetler almaya başladım. Hatta iş seyahati için gittiğim yerlerde de daha önce 1-2 sergi gezerken şimdi daha fazla sergi gezmeye başladım. Sanatın bir güzel yanı da şu anda karşımıza bir tablo gelse her birimiz o tabloyla ilgili farklı şeyler düşünür, farklı yorumlar yaparız.

Sosyal medya kanalları üzerinden çok fazla insan toplanmış bulunuyoruz. Ben görüşlerimi paylaştıkça tüm bu insanlarla etkileşime de giriyorum.

Nasıl ki ben başkalarının bakış açısından bir şeyler öğreniyorsam, belki benim bakış açımın da birilerine faydası olur diye umuyorum.

Yazdıkça ilgi alanlarım da genişliyor. İş yazılarım da haliyle gündemi takip ederek çeşitlenmeye başladı. Metaverse konusunda yazdığım yazı, çok günceli yakalayınca alıp kullanmayan internet sitesi kalmadı. Oysa ben Metaverse yazısını da, kendimi güncellemek için tuttuğum notlardan yazmıştım. Aynı şekilde NFT yazısı da böyle çıktı.

Bu arada oğlum Yahya’nın ısrarları sonucunda yazılarımı bir de blogda biriktirmeye başladım. Hatta Linkedin’de olmayan bazı paylaşımlara da blogda yer veriyorum.

Bir gün bir arkadaşım biri elinde birkaç kitapla yanıma geldi. Üzerinde “Hayatın İpuçları-Zor Konuların Yalın Anlatımı” yazıyordu. “Bu ne?” dedim. “Çocuklar rahat okusun diye sizin yazılarınızı ciltlettim, bu ismi de çok uygun gördüm, yaptırmışken size de birkaç tane yaptırayım dedim” dedi.

Çok hoşuma gidince bunu sosyal medyada paylaşarak teşekkür ettim. Başta da sözünü ettiğim gibi Sabri Ülker Vakfı’ndaki arkadaşlarım da bunu görmüşler, bu çoğaltma kitaptan yola çıkarak yazılarımı kitaplaştırmaya karar vermişler. O zaman kadar hiç istemedim, kim “basalım” dediyse de şiddetle karşı çıktım. “Zaten sosyal medyada, blogda var isteyen okur” diye düşünüyorum. Ama kabul ediyorum, basılınca benim de hoşuma gitti. Yazdıklarınızı kitap formunda görmek, insanların da öyle görmesi başka bir etkiymiş.

İlk kitap 7, ikinci kitap 6’ıncı baskısını yaptı, burada da 3’üncü kitabın ilk baskısı için toplandık. Bu arada global bir hedef kitleye ulaşmamız nedeniyle de uygun olan yazıları global, yani her ülke insanının anlayacağı dilde İngilizceye çevirip yine blogumda ve sosyal medyada yayınlıyorum. Bugün de İngilizce yazılarım bir araya getirilerek oluşturulan ilk kitabı arkadaşlarım size takdim edecekler.

Yazılar böyle peş peşe gelip akmaya başlayınca ister istemez işletme gündemimizdeki birçok konudan da yazılarımda samimiyetle söz ediyorum. Ürünlerimiz, yatırımcılarımız, pazarlama faaliyetlerimiz, reklamlarımız, arge çalışmalarımız, gıda ve beslenme üzerine kitaplar, araştırmalar, Sabri Ülker Vakfı’nın Türkiye’de, ABD’de yaptığı çalışmalar, çocuklara yönelik bastığı ve sattığı kitaplar; hepsi radarıma giriyor ve eğrisiyle doğrusuyla hepsini yazıyorum. Başımıza gelenleri şeffaflıkla öykülüyorum.

Bir arkadaşım dedi ki “Sen marka gazeteciliği yapıyorsun!”. “Nasıl yani?” dedim. “Yanisi..” dedi: “Marka gazeteciliğinin tanımı, gazeteciliğin tanımına çok benzer. Marka gazetecileri, okuyucuların belirli konuları anlamasına ve bu konularda bilgi sahibi olmalarına, daha iyi anlamalarına yardımcı olmak için faydalı, tarafsız bilgiler sunmaya çalışır. Sende onu yapıyorsun”.

Dedim ki: “Valla siz ne derseniz deyin de benim bilerek bir şey yaptığım yok. Aklıma ne gelirse yazıyorum, gündemimizde ne varsa onu yazıyorum. Yazarken de olduğu gibi, içtenlikle yazıyorum. Ha şu da var, bazen dayanamayıp satır aralarında, yeri geldiğinde yalan yanlış dedikodulara da cevap vermiyor değilim. Eğer buysa marka gazeteciliği o zaman tam üstüne bastın!”

Arkadaşım sadece başını salladı ama dediğimi kabul etti mi çok anlamadım. Gerçekten de bazen yazılarımı yazarken kendimi tutamayıp yalan yanlış iddialara da cevap vermiyor değilim:

Adama kalkmış evini İngiltere’ye taşıdı diyor, ona buradayım cevabı veriyorum.

Adam kalkmış, sermayeyi İngiltere’ye kaçırdı diyor ona Holding burada cevabı veriyorum.

Adam kalkmış borsada en çok Ülker zarar ettirdi diyor onu düzeltiyorum.

Adam margarin, şeker, palm yağı zararlı yemeyin, diyor; kanıtlarıyla ölçülü yemekten söz ediyorum.

Adam kalkmış ambalajlı ürüne el sürmeyin diyor; niye el sürülmesi gerektiğini yazıyorum.

Adam kalmış glutensiz beslenmeyi savunuyor, bilimsel gerçekleri bulup buldurup onu düzeltiyorum.

Yazı yazmaya başlamamın nedeni bu tür yalan iddiaları cevap vermek değildi tabi ki. Ama yazı yazarken ister istemez konu oraya geliyor ve düzeltme ihtiyacı hissediyorsun. İnsan sabır taşı olsa çatlıyor.

Tabii güzel şeyler de geliyor; yazdığım bir yazıya veya bunları derlediğim bir kitaba yorumlar…

Kimileri çok beğeniyor kimileri yapıcı şekilde eleştiriyor veya kendi fikrini beyan ediyor.

Yapıcı olan her eleştiri beni yeni düşüncelere sevk ediyor, çok faydalanıyorum.

Konu ile ilgili gelen yeni bir bilgi, yeni bir yönlendirme oluyor e bu da çok keyifli oluyor tabii. Bir link, bir kitap önerisi… Karşılıklı beslenme ortamı oluşuyor.

Fiziksel ortamlarda bire bir iletişimin giderek azaldığı bir çağdayız. Bir de zaten hiçbir fiziksel ortam bu kadar çeşit insanın bir araya gelmesini, diyalog kurmasını sağlayacak genişlikte değil.

Fakat insan konuşmak, paylaşmak, sosyalleşmek istiyor. Sosyal medya bu ihtiyacı da karşılıyor

Evet işte size yazı yazmaya nasıl başladığımın, nasıl devam ettirdiğimin öyküsünü kısaca anlatmaya çalıştım. Yazı ile kendini ifade etmek, fikir paylaşmak, ihtiyacı olanın öğrendiğini hissetmek gerçekten insanın kendisini iyi hissetmesini sağlıyormuş. İşte tam da doğru nedeni yakaladım. Yazı yazmamın, yazılarımı çeşitlendirmemin, şirketler ilgili anılara, aile yazılarına, aile anılarına yer vermenin, marka gazeteciliği sayılacak paylaşımlar yapmamın tek nedeni var kendimi iyi hissetmek. Güncel kalmak,gelişmek bana kendimi iyi hissettiriyor. Aslında bu kadar basit.

Hep derler ya belli bir yaşa gelince Sudoku çözün, Alzheimer’a karşı faydası var.

Ben Sudoku çözmüyorum ama zihnimi sürekli aktif tutuyorum. İşleyen demir ışıldar diyorum, beynimi devamlı çalıştırıyorum.

Kimileri diyor ki sen iş adamısın, işini yazsana.Ben iş ile hayatın birbirinden kopuk olduğuna inanmıyorum.Hayatta ne varsa işte de o vardır. Bu yüzden hayatta ilgi alanlarımız ne kadar geniş olursa işimizde de bakış açımız o kadar geniş olur.Üstelik yazmaktan keyif de alıyorum. O yüzden devamı da gelecektir inşallah.

Tüm bu anlattıklarımla belki akıllardaki soruların bir kısmına cevap verebilmişimdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir